Kapitalizm, Yeni Ekonomi ve Türkiye’nin Yeni Ekonomik Modeli

Son günlerde çarşıda, bir arkadaş toplantısında ya da çeşitli mecralarda gündemdeki en popüler kelimeler hangileri olduğunu sorsak, sanırım pek çoğumuz döviz kuru ve enflasyon cevaplarını verecektir.

Hiç kuşkusuz kurdaki sert volatilite ve çoğu ürünün fiyatının devasa ölçülerde artış kaydetmiş olması hemen her kesimden insanın ortak derdi olmuş durumda. Ancak hepimiz biliriz ki salt sonuç üzerinden bir analizin yapılması bizi her zaman doğru bir yargıya da vardırmaz. Hatta salt sonuç üzerinden bir tartışmaya girersek, bu daha ziyade çeşitli önyargılardan oluşan bir genellemeye ulaştırır.

O halde konunun özüne girecek olursak, biraz yakın tarihli ekonomiye göz atmak yerinde olacaktır.

Kapitalist ekonomi yerini yeni ekonomiye bırakıyor

Kapitalist ekonomi teorisinde 1929 buhranından bu yana döngüler gerçekleşmiştir. Ancak her bir döngü, aslında bu ana ekonomi teorisinin başkalaşımına yol açarak, rezerv para doların da etkisi ile dünya ülkeleri arasında keskin çizgiler yaratmıştır.

Günümüzde bu döngülerin sonuçları ile kapitalist ekonominin gerek sosyal gerekse de çevresel olarak sürdürülebilir olmadığı anlaşılmış ve gelişmiş Avrupa ülkelerinin öncülüğünde artık çok da kapitalist olmayan yeni ekonomiye doğru başlangıç yapılmıştır. 

Sadece kar değil, sürdürülebilirlik ve sosyal sorumluluk da önemli

Bu anlamda en somut örneği mikro bazda, bir firmanın marka değerliliğinden hareketle verebiliriz: Klasik kapitalist ekonomide bir firmanın kar maksimizasyonu esasken, günümüzde yeni ekonomi olarak tabir edilen sistemde en az karlılık kadar o firmanın marka değerini belirleyecek olan parametreler sürdürülebilirlik ve sosyal sorumluluktur. Yani artık sadece bol kar eden bir kurum olmak önemli  değilken, aynı zamanda temiz enerji tüketen ve kaynaklarını sürdürülebilir olarak yönetirken, yerküreye ait olmanın sorumluluğunu da taşıyor olabilmek esas olacak…

Durum, mikro ölçekte bir firma için böyleyken ülkeler açısından değerlendirdiğimizde ise yine o eski çok kutuplu dünyadan ayrışmış bir jeopolitik gerçekliği görmekteyiz.

Türkiye ekonomisinde 2000’lere kadar enflasyon, ardından cari açık sorunu yaşandı

Ülkemiz gerçeğine değinecek olursak; Türkiye ekonomisinin tarihsel gelişim sürecinde her dönemde karşılaştığı ekonomik sorunlar farklı olmuştur. 1970’li yıllardan 2000’lerin ortasına kadar yaşanan ve bugün cari açık gibi kronik olarak nitelendirilen sorun enflasyondu.

Enflasyonla mücadele politikaları başarılı oldu ve enflasyon 2017’ye kadar  tek hanelere indi.

1980’de dışa açılma süreciyle birlikte yaşamaya başladığımız ve 2000’lerden itibaren ise artış trendine giren sorun ise cari açık olarak karşımıza çıktı.

Büyüme sürdürülebilir değil

Yakın tarihimize bakıldığında; Türkiye ekonomisindeki büyümenin maalesef sürdürülebilir olmadığını görüyoruz.

Çünkü, dış kaynağa bağımlı ekonomi sıcak para olmadan, yabancı sermaye ise dış borçsuz büyüyemez hale gelmiştir.

Dış kaynak sağlayabilmek adına faizin yüksek, döviz kurunun ise düşük tutularak yüksek reel faiz sunulması ile uluslararası finans piyasalarına Türkiye’nin açılımı 2001 krizi sonrasında bizzat IMF tarafından telkin edilmiştir.

IMF programı Türkiye’yi, dünya ekonomisi içinde “yüksek reel faiz” sunan ve sıcak para girişleriyle ekonomisini istikrara kavuşturmaya çalışan bir ülke olarak değerlendirmekte idi.

Şu an dillendirilen ekonomik kırılganlık işte bu anlayışın ürünüdür…

Yüksek reel faiz anlayışı terk ediliyor

Özetle Eylül ayından bu yana merkez bankasının faiz düşürerek başlattığı para politikasının ekonomide yapısal değişiklik olarak adlandırılmasındaki temel anlayış, yukarıdaki yüksek reel faiz anlayışının terk edilmesi ile ilgilidir.

Buraya kadar değerlendirildiğinde; Türkiye’deki yeni ekonomik model ile birlikte anılan yüksek yatırım, üretim, istihdam ve fiyat istikrarı hepimizin desteklemesi gereken kavramları ifade etmektedir. Hatta bu sürecin yeni ekonomi düzleminin gereklerine uygun, yani sürdürülebilir bir kompozisyonda gerçekleştirilmesi ciddi bir avantaj da sağlayacaktır.

Ancak daha önceki yazılarımda zaman zaman değindiğim üzere, içinde bulunulan konjonktür ve modelin ne kadarlık bir zaman diliminde sonuç almaya başlayacağı konusunda bazı riskler taşıdığını ifade etmem gerek.

Öncelikle küresel tedarik zinciri darboğazı nedeni ile oluşan maliyetin enflasyon üzerinde yarattığı baskı,

İkinci olarak, küresel merkez bankalarının sıkılaşma hamlelerinin kur üzerinde yarattığı baskı,

İstikrar ve güven duygusu sağlanmalı

Üçüncüsü ve aslında üzerinde en fazla düşünülmesi gereken konu ise;  artan enflasyon baskısı ve dışsal risklerin hem hane halkları hem de reel sektörün yabancı para talebini arttırması. Dolarizasyon olarak nitelenen bu durum, çoğunlukla dış borçların ödenmesinde reel kesim bakımından oluşan önemli bir kur riskini kompanse etmek ihtiyacı iken, hane halklarında sadece servetini koruma amaçlıdır.

Dolarizasyonun bu kadar önemli bir risk olmasının nedeni davranışsal olmasıdır.

Dolayısı ile en önemli öncelik, davranışsal olguların yerleşmemesi adına bir an evvel ekonomide istikrar ve güven duygusunun sağlanması olmalıdır.

Burcu Kösem