TCMB, bugün yılın ikinci enflasyon raporunun sunumunu yapacak. Son verilere bakıldığında nisan ayında manşet enflasyonun yıllık bazda düşüş kaydettiği görülür. Ancak enflasyondaki bu düşüş eğiliminin henüz yaşam maliyetlerinde bir iyileşme sağladığından söz edilemediği gibi dezenflasyon programının son aylarda giderek sıkılaşan yapısının reel kesim başta olmak üzere hane halkları üzerindeki dolaylı yan etkileri de görülmeye başlamıştır.
Yaşam maliyetinde en çok öne çıkan kalemlere bakılacak olursa; bunlardan ilki hizmet enflasyonun ana parametresi olan konut olarak ortaya çıkar: TÜİK verilerine göre konut kalemi nisan ayında yıllık yüzde 74’ün üzerinde artış kaydetmiştir. Her ne kadar enflasyon sepetinde konutun ağırlığı (15,21) yaşam pratiklerine göre düşük belirlenmiş olsa da; özellikle büyük şehirlerdeki kiracılık oranı (Türkiye geneli yüzde 28, İstanbul gibi büyük şehirlerde ise tek kişilik hane sayısı ve kiracılık oranının çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor) ve fiyatlar göz önüne alındığında; barınma en kritik konu olarak karşımıza çıkar.
Gıda fiyatlarındaki artış oranı her ne kadar geçmiş yıllara göre önemli düzeyde düşüş kaydetmiş gibi gözükse de (gıda ve alkolsüz içecekler yüzde 36,1) gelir düştükçe bu harcamaların yaşam maliyetindeki ağırlığının da arttığı görülmektedir. Diğer taraftan geçtiğimiz aylarda görülen don olayının önümüzdeki aylarda taze meyve ve bazı yemişlerin fiyatı başta olmak üzere gıda fiyatlarında bir artışa neden olması beklenmektedir.
Son enflasyon verilerinde dikkat çeken bir diğer artış kalemi eğitim olup, yıllık yüzde 79’un üzerindeki artış oranı bir tarafa, gıda ve konuttan sonra karşımıza çıkan önemli bir yapısal soruna işaret ediyor olması bakımından da dikkate değerdir.
Eğitim hayatım boyunca tek kuruş para ödemeden sadece devlet okullarında gayet kaliteli öğrenim görmüş biri olarak, günümüzde kimsenin çocuğunu bir devlet okuluna yazdırmak istememesini hayretle karşılıyorum. Üstelik onca paralar ödenerek, adeta bir ticarethane mantığıyla işletilen bu özel okulların ilköğretimden üniversiteye kadar eğitim kalitesi de tartışmaya açık… İşim nedeniyle içinde olduğum akademik kesimin ve her kesimden öğrencinin halet-i ruhiyesi de cabası… Maddi durumu iyi olan bazı kesimlerin çocuklarını burada pahalı bir okula vermektense artık orta öğretimden itibaren yurtdışında okuttuklarını görüyorum. Çünkü daha az maliyete daha iyi bir eğitim alınacağı düşüncesi hakim. Peki ya diğer çocuklar? Dolayısıyla eğitim işi, enflasyondan çok daha büyük, milli bir mesele ki aksi halde beşeri değerlerimizi kaybetmiş oluyoruz.
Ülkemizde enflasyon, iki yıldır sürdürülen dezenflasyonist politikayla düşüyor düşmesine ancak uzun yıllardır devam eden enflasyonist ortamın yarattığı hasarı gidermekte geç kalındığı gibi iyice sıkılaşan para politikası da kendine has yan etkiler ortaya çıkarmaya başladı.
Uzun süren enflasyonist dönemin yarattığı hasarlar:
Servet transferiyle konut, otomobil, lüks tüketim gibi alanlarda ekstra talep etkisiyle görülen anormal fiyat artışları,
Enflasyon beklentilerindeki bozulmayla bir türlü düşürülemeyen talep ve bozulan fiyatlama davranışları
Bu iki unsur, başlangıçta gereğinden düşük; ardından ise gereğinden yüksek faiz artışlarıyla önce maldan (konut, otomobil) ardındansa faiz ve altından büyük servet transferlerine neden olarak gelir dağılımındaki dengeyi bozdu.
Gelir dağılımında bozulan denge ve enflasyon beklentilerinde bir türlü sağlanamayan iyileşme de fiyatların gereğinden fazla artmasına neden olarak, enflasyondaki düşüş hızını büyük ölçüde azaltmış oldu.
Para politikasında uzun süren ve giderek sıkılaşan sürecin getirdiği yan etkiler:
Çok yüksek pozitif reel faiz ve bankaların aylık kredi sınırı, ortalama yüzde 70 düzeyinde banka kredisi ile faaliyetini sürdüren reel kesimde dengelerin bozulmasına neden oldu.
Reel kesim üzerindeki hasarın boyutu sadece sıkı para politikasına da yüklenmeyecek kadar özeldir zira öncesinde uzun yıllar düşük faizle fonlanmaya alışmış bir üretim kesiminin, bu ucuz fonlarla üretim ve ticarette verimliliği arttırmak yerine tasarrufa yönelmiş olması, diğer taraftan ihracata yönelik faaliyet gösteren firmaların da verimlilik hesaplarını kurdan bağımsız olarak yapmamış olmaları burada bir etken olmakla beraber, mevcut görünümde faaliyet kayıplarının ekonomiye ekstra mal enflasyonu olarak yansıması söz konusudur.
Sıkı para politikasının baskıladığı maaş artışları IMF’in en tartışmalı ve hasar yaratan kısmını oluşturur.
Bu kısmı gözler önüne sermek için basit bir karşılaştırma yapalım: Kapitalizmin beşiği olan ABD’de Newyork şehri dünyanın yaşam maliyeti en yüksek yani en pahalı metropollerinden biridir. Ülkemizin en kalabalık ve pahalı şehri olan İstanbul’la bir kıyaslama yapılacak olursa;
Dünyadaki bazı şehirler arasındaki yaşam maliyeti endekslerini yayınlayan Numbeo sitesinin yaşam maliyeti karşılaştırmasında bizden yüzde 131 daha pahalı, hatta dünyanın en pahalı şehirlerinden olan NY’de bir kişinin kira hariç aylık yaşam maliyeti 1695 dolar iken İstanbul’da aynı tutar 759 dolar olarak hesaplanmış. (Üstelik peynir gibi bazı temel gıda fiyatların çok daha ucuz verildiğini söyleyebilirim.) Ancak ortalama maaş hesabına göre ABD’de 5177 dolar aylık net kazanç rapor edilmişken, İstanbul’da aynı rakam ortalama olarak sadece 940 dolara tekabül ediyor. (Ortalama maaş tutarı 36.600 lira olarak asgari maaşın üzerinde alınmıştır.) Diğer taraftan 2010 yılında İstanbul’da aylık net gelir 1433 dolar, NY’de ise aynı yıl 3300 dolar verilmiştir.
Özetle yürütülen dezenflasyon programının ağırlıklı kısmının hanehalkı üzerine yüklenmiş olduğu görülür ki esas itibariyle yaşam maliyetini bu denli arttıran; enflasyon yaratacağı gerekçesiyle düşük oranda yapılan maaş zamları ve geçmişten gelen refah kayıplarıdır.
Nazlı Sarp