DPT’den SBB’e: 60. Yılında Türkiye’de Kalkınma Planları

Yeni Ekonomi Programı’nın gündemde olduğu, yoğun bir şekilde konuşulup değerlendirildiği hatta tartışıldığı bugünlerde 60 yılı geride bırakan Devlet Planlama Teşkilatı’nın (yeni ismi ile Strateji ve Bütçe Başkanlığı) tarihçesine bir göz atalım, hem dünyada hem Türkiye’de kalkınma planları ilk olarak ne zaman gündeme gelmiş, ne zaman devreye alınmış ve hangi sıklıkla düzenlenmiş bakalım istedim.

Kalkınma kavramının ilk kez İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra değişen koşul ve sistemler sonucunda ortaya atıldığını görüyoruz. Zira 1930’lu yıllarda ekonomiler, kriz sonrası oluşan koşulları düzeltmek ile uğraşıyorlardı.

Kalkınma planı kavramı da esasen SSCB’nin sosyalist kalkınma programı ile dünyada bir literatüre oturmuştur. Dünyadaki kalkınma planlarını analitik olarak ele alırsak; klasik ve neo-klasik liberal ekonomi anlayışına göre 15 yıllık, 7 yıllık ve çoğunlukla da 5 yıllık sürelerde düzenlendiğini ve yönlerini belirleyen siyasi kutuplardan beslendiklerini görüyoruz. Aslında kalkınma planlarını gelişmiş ve gelişmekte olan ülke kalkınma planları diye ikiye ayırarak incelemek daha doğru çıkarımlar yapmamızı sağlayacaktır.

Günümüzde ABD ve AB’nde kalkınma planları eyaletler bazında ve merkezi olmayan örgütlenme ile yapılmakta; ulus devletlerde ise, hükümetler tarafından devlet otoritesi tarafından belirlenmektedir.

Türkiye’de 1929 yılının ilk ve tek büyük kapitalizm krizi sonrası 1930’lu yıllardaki devletçi politikaların gereği olarak sektör bazında kalkınma planı uygulanmış; İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan değişim rüzgarına entegre olunmasına ve ilerleyen süreçte gerekli iktisadi hamlelerin yapılmasına çalışılmıştır.

Türkiye’de DPT’nin Kuruluşu ve Birinci 5 Yıllık Kalkınma Planı Öncesi:

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte tüm dünyada yeniden inşa dönemi başlamıştır. Dengeden uzak makro ekonomik verilere sahip olan Türkiye ekonomisi, değişen siyasi yönetim ile birlikte tarımda uzmanlaşmaya gitmiş ve 1950’li yılların başlarında ciddi büyüme rakamları yakalamıştır. (Marshall yardımı doğrultusunda, büyüme yılda yüzde 10’un üzerine çıkmıştı. (Kazgan: 2013: 69).) Ancak devam ettirilemeyen büyüme rakamlarına kötü hava koşulları eklenince 1958 Krizi yaşanmış; dönem, ciddi bir siyasi buhran ile sonlanmış ve ekonomi 1963’te hayata geçirilecek ilk planlı kalkınma planına doğru bir seyir almıştır.

DPT, bundan tam 60 yıl önce bugün 5 Ekim 1960’da devletin ekonomik, sosyal ve kültürel amaçlarının belirlenmesinde hükümete danışmanlık yapmak; hükümetçe belirlenen amaçları gerçekleştirmek için kalkınma planları ve yıllık planlar hazırlamak maksadıyla kurulmuştur.
Teşkilatın ilk döneminde Yalçın Küçük, Hikmet Çetin, Güngör Uras gibi isimler görev alırken, Turgut Özal’ın müsteşarlığa getirilmesi sonrasında, Yusuf Bozkurt Özal, Nevzat Yalçıntaş, Beşir Atalay, Yaşar Yakış, Hasan Celal Güzel, Temel Karamollaoğlu gibi isimlerin DPT’de çeşitli görevlere getirildiğini görüyoruz.

Teşkilat 2011 yılında Kalkınma Bakanlığı olarak yeniden organize edilmiştir.

2018 yılında ise, Kalkınma Bakanlığı ile Maliye Bakanlığının Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü birleştirilerek Cumhurbaşkanlığı bünyesinde Strateji ve Bütçe Başkanlığı oluşturulmuştur.

Bugüne Kadarki Kalkınma Planları:

1963’teki ilk kalkınma planından günümüze gelindiğinde tam 11 kalkınma planı oluşturularak uygulamaya geçilmiştir.

1963 sonrası planlı kalkınma modeliyle ekonomide, yüzde 7’lik bir büyüme hedefi, sektörlerin ekonomi içerisindeki payını belirleme ve dengeli büyüme anlayışı ile yeni bir süreç başlamıştır. Hedeflerin hayata geçirilmesine yönelik yeni üretim tesisleri, teknik birikimi yüksek yapılar bir araya getirilmiş ve büyüme önemli oranda hissedilmiştir.

1980, yeniden piyasa sistemine dönüş dönemine denk gelen kalkınma planında ise, Türkiye ekonomisi konjonktürün getirdiği değişimleri takip etme geleneğini sürdürmüştür. İlgili dönemde Türk Lirası’nın durumu göz önüne alınarak liberal politikalar izlenmiştir. Dışa bağımlılığın azaltılması, uzmanlaşma ve bunların toplumsal entegrasyonu da bu kalkınma planında önemsenmiştir.

Türkiye ekonomisi 1990’lı yıllarda ciddi siyasi ve ekonomik bunalımlar ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Uluslararası mali kurumların ekonomiye müdahil olması, etkin bir hukuksal ve siyasi sistemin belirlenememesinin yarattığı dengesizlikler, ekonomiyi iktisadi ajanlar için kâr deposu haline getirmiştir. Krizlerin zayıflattığı siyasi yönetimin verdiği tavizler neticesinde çok ciddi kâr transferleri yaşanmış ve kamunun gelirinin önemli bir kısmı faiz ödemeleri için kullanılmıştır (Süslü, 2001: 4).

Dokuzuncu kalkınma planı AB uyum sürecinde ve AB kalkınma planı ile uyumlu olacak şekilde 7 yıl olarak hazırlanmış, 2013’e kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Bu plan her ne kadar harfiyen uygulanmış gözükse de; hazırlanış usulü ve belirlenen sayısal hedefler açısından belli STK’lardan tepki almıştır.

Dokuzuncu ve onuncu kalkınma planında, ilk kez belirgin bir şekilde iktisadi büyümenin yanı sıra, beşeri zenginlik ve sosyal dayanışmanın önemi vurgulanmıştır. Sosyal refahın artırılması için önemli kamu harcaması seviyelerine ulaşılmış; bunu yaparken de bütçe disiplini göz ardı edilmemiştir.

Kamu yatırımlarının sektörlere göre dağılımı incelendiğinde 2002-2018 yılları arasında ulaştırma sektörünün en yüksek payı aldığı görülmektedir.

İkinci sırada 2002 yılında enerji sektörü yer alırken, 2006 yılı sonrasında eğitim sektörünün yükseldiği görülmektedir (Strateji ve Bütçe Başkanlığı).

Kamu-Özel Işbirliği ile Yürütülen Projeler (Ocak -2020)

Ayrıca Türkiye ekonomisi, kalkınma planlarının söylemlerinde nicel hedeflerden nitel hedeflere doğru yol almıştır. İlk planlarda matematiksel hedefler ön plandayken zamanla bu hedefler toplumun bundan etkilenme durumuna göre şekil almıştır.

Bu noktada özel bir yorum yapılması gerekirse; eğitime ayrılan bütçenin payının daha artırılması, bütçenin etkin kullanılması ve eğitim kalitesi üzerinde daha fazla yoğunlaşılması bütünsel anlamda kalkınmanın sağlıklı olmasını sağlayacaktır.

XI. Kalkınma Planı, 2023 yılı hedefleri çerçevesinde oldukça önemsenmiş ve planda ortaya konan hedef ve politikalar, “İstikrarlı ve güçlü ekonomi”, “Rekabetçi üretim ve verimlilik”, “Nitelikli insan, güçlü toplum”, “Yaşanabilir şehirler, sürdürülebilir çevre” ve “Hukuk devleti, demokratikleşme ve iyi yönetişim” olmak üzere beş temel başlıkta toplanmıştır. Bu başlıklar arasında Türk kamu yönetimini doğrudan ve yakından ilgilendiren en önemli başlığın “Hukuk devleti, demokratikleşme ve iyi yönetişim” olduğunu belirtmekte yarar bulunmaktadır. Bu başlık altında adalet ve güvenlik hizmetleri, yönetsel yapılanma, politika yapımı, kamuda stratejik yönetim ve e-devlet uygulamaları önemli konuların başında gelmektedir.

Enflasyon hedefi beş yıllık plan ortalaması olarak yüzde 5 olarak belirtilmiştir. 2018 yılı TÜİK TÜFE açıklaması ise yüzde 20,3’tür.

Küresel Virüs Krizi ve Yeni Ekonomi Programlarına Sayısal Hedefler Açısından Bakış:
Kalkınma planları yukarıda da açıkladığım üzere 2018 yılından bu yana Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından 5 yıllık planlar halinde oluşturulmaktadır. Yukarıda bahsettiğim son XI. Kalkınma Planını da Strateji ve Bütçe Başkanlığı (2018-2023) oluşturmuştur.

Bunun dışında ekonominin rotasını hatta konjonktürel ve piyasa odaklı yaklaşımları belirleyen Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın sunumunu gerçekleştirdiği Yeni Ekonomi Programları var hepimizin yakından takip ettiği gibi…. Yeni Ekonomi Programını detayları ile ele almadan önce, DPT yeni adıyla SBB’den ve bu kurumların himayesinde olan kalkınma planlarından bahsettim ki Yeni Ekonomi Programını daha iyi anlayalım.

Geçen hafta açıklanan programdan bahsetmeden önce bir önceki program ile karşılaştırmalarını net bir tablo üzerinde görelim isterim. Geçen yılın Ekonomi programı ile geçtiğimiz hafta açıklanan Yeni Ekonomi Programı ve arasındaki farklılıkları görebileceğiniz tablo aşağıdadır.

Tabloyu incelediğimizde geçen yılın Ekonomi Programı ile geçtiğimiz hafta açıklanan Yeni Ekonomi Programı arasında şüphesiz, hedefler açısından farklılıklar gözümüze çarpıyor. Peki hedeflerde neden sapmalar meydana geldi?

Bu hedef sapmalarına neden olan iki ana başlık mevcut;

İlki tüm dünyayı 1929 buhranından bu yana görülmemiş ölçüde resesyona ve dengelerin şaşmasına sürüklemiş olan küresel virüs,

İkincisi ise TL’nın Dolar başta olmak üzere gelişmiş para birimleri karşısındaki kırılganlığı ki burada kırılganlığın sadece sonuç olduğunu söyleyemeyecek kadar çok manipülatif delil de mevcut.

Bu iki nedenin sonuçları o kadar büyük ve etkili ki birçok hedefte şaşma ve yeni hedefler belirlenmesine ve süregelen ekonomi politikalarının değiştirilmesine neden oluyor.

Ekonomik görünümün, özellikle döviz rezervlerindeki düşüş ve TL’nın değer kaybı ağırlıklı olmak üzere böylesine bir yapıya bürünmüş olmasını sene başından itibaren uygulanan genişlemeci para politikası ile politika faizinin düşük tutulması ve mevduatlar ile altın ve dövize ek vergiler getirilmesine bağlayan oldukça geniş bir ekonomist kesimi var. Bu ekonomistlerin çoğu da ülkesini seven ve hızlıca toparlanmasını isteyen donanımlı kişiler. Görünen o ki Merkez Bankası ve ekonomi yönetimi de bu yönde atılması gereken adımları belirledi. Geçtiğimiz ay normalleşme adımları çerçevesinde sıkı para politikası enstrümanları olan faiz arttırım kararı ve BDDK’nın swap limitlerini arttırması gibi dolaylı adımlar ve TL tasarruf mevduatı ile döviz ve altın alım vergilerinin düşürülmesi gibi maliye politikaları çerçevesinde kur hareketlerine ve piyasaya denge getirmeye yönelik bir takım düzenlemeler yaptı.

Fakat küresel virüs salgınının yarattığı ekonomik sıkıntıların üzerine bir de yabancı basının Türkiye özelinde yaptığı yanlı ve yanlış haberler, Moody’s gibi kredi derecelendirme kurumlarının notlarımızı düşürerek yabancı yatırımcının gelmesinin önüne engel koyması, dört bir yanımızdaki hareketliliğin hem bütçemiz üzerinde hem de algılarımız üzerinde oluşturduğu baskı yukarıda değindiğimiz 3-4 hamle ile giderilecek kadar küçük değil. Pandeminin yarattığı küresel kriz ortamında finansman desteği sağlayabilmenin ülkemiz ekonomik koşullarındaki kıt ve pahalı kaynaklar ile mümkün olmayacağı da aşikar.

Dolayısıyla asıl sorunu kısa dönemli parasal ya da mali politikaların etkinliğinden ziyade yapısal olarak ödemeler dengesi fazlası veren ve jeopolitik riskleri kendi öz kaynağının güçlü olması sayesinde daha az kırılgan bir şekilde atlatacak bir ekonomik yapıya sahip olamadığımız için yaşamaktayız.

Bu durumu da yüksek katma değerli üretim, doğrudan yabancı sermaye yatırımları ve küresel anlamda rekabet edebilecek bir dış ticaret yapısına sahip olarak değiştirebiliriz.

Öyleyse amaç öncelikle küresel eksen değişikliği argümanlarını lehimize çevirerek, katma değerli büyümek olmalı.

Burcu Kösem