Biat Kültürü ve Günümüze Yansımaları

Mahfi Eğilmez – 12.09.2015

Arapça bir sözcük olan biat, yöneten ile yönetilenler arasında yazılı olmaksızın var olduğu kabul edilen itaat anlaşması anlamına geliyor. Aşiret veya kabile şeklindeki örgütlenmelerde yaygın olan biat, çoğu kez rızaya dayansa da bazen zorla da söz konusu olabiliyor. Teba, tabiyet, tabi gibi sözcükler de aynı kökten gelir. Birisine biat eden ona tabi hale gelir ve onun tebası (biat edenleri) arasına girer. Günümüzde aşiret veya kabile örgütlenmesinin yerini devlet örgütlenmesi aldığı için tabiyet, kişinin, hangi devletin uyruğu olduğunu göstermekte kullanılan bir ifade haline dönüşmüş bulunuyor.

İslam, birçok başka ilkenin yanı sıra biat ilkesine dayalıdır. Başlangıçta daha çok dinsel bir tema taşıyan biat, sonraları siyasal bir nitelik de kazandı ve İslam devletinde yönetenle yönetilen arasında, yazılı olmayan ama zımnen (üstü kapalı) yapıldığı kabul edilen, bir bağlılık sözleşmesi anlamı taşımaya başladı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, biat kültürü egemendi. Bu kültürün etkisi Yavuz Sultan Selim’in halifeliği üstlenmesinden sonra daha da arttı. Halifeliğin alınmasıyla birlikte Allah’ın yeryüzündeki gölgesi konumuna geçen padişaha biat esastı. İzleyen dönemlerde biat kültüründen sapmalar ortaya çıkmaya başladı. Zaman içinde padişahları tahttan indirmeye kadar varacak isyanlar çıktığı oldu.

Avrupa’da egemen olan feodal düzende de otoriteye bağlılık usulü geçerliydi. Bu bağlılık, rönesans ve reform sonrası 16 ve 17. yüzyıllarda etkisini yitirmeye başladı. Fransız devrimi ve ardından gelen sanayi devrimi batıda yavaş yavaş biat kültürünün yok olmasına ve demokrasi kültürünün yerleşmesine yol açtı. Bunda dinsel eğitimin yerini bilimsel eğitimin almasının büyük etkisi oldu.

Osmanlı’da zaman zaman isyanlar çıksa ve biat kültüründen uzaklaşıldığı görünümü doğsa da otoriteye bağlılık anlamındaki biat kültürü şekil değiştirerek günümüze kadar devam etti. Bunda bilimsel, sorgulayıcı, analitik eğitimin bir türlü tam olarak yaşama geçirilememesinin büyük etkisi vardır. Macchiavelli, Türklerin mevcut otoriteye bağlılığı konusundaki şu saptamayı yüzyıllar önce Hükümdar (Prens) adlı kitabında yapmış: “Türkleri kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez ayartırsanız bu kez bağlılıklarını sizin otoritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.”

17. yüzyıla kadar biat kültürü Osmanlı’nın gücünün temel taşlarından birini oluşturuyordu. Daha ziyade insan gücüne dayalı fetih çağlarında lidere biat eden askerler, savaşlarda büyük üstünlük sağlıyordu. Biat kültürü, şehitlik ve cennet vaadiyle de desteklendiğinde, askerler fetihlere, savaşa değil eğlenceye, ölmeye değil sonsuz yaşama kavuşmaya gider gibi gidiyor ve Allahın yeryüzündeki gölgesi konumundaki halife – padişahın emirlerini canları pahasına yerine getiriyorlardı.

Rönesans ve reform sonrasında görünüm değişmeye başladı. Keşifler ve icatlar peş peşe geldi ve sonuçta her şeyde olduğu gibi savaş araçlarında ve yöntemlerinde de yenilikler ortaya çıktı. Bilek gücüne dayalı savaşların yerini yeni icat edilen araçların kullanıldığı savaşlar aldı. Bilek gücünün yerini kafa gücü aldı. Öyle olunca da eski yapıyı yenileyemeyen, bilek gücünün yerine kafa gücünü yerleştiremeyen Osmanlı, savaşlarda eski başarılarını tekrarlayamaz oldu.

Konu, buluş yapmaya ve bunu yaşama uygulamaya gelince biat kültürü tersine işliyor. Buluş yapabilmek, teknolojiyi değiştirebilmek veya geliştirebilmek için bilimsel eğitim ve onun getirdiği özgür, sorgulayıcı, analitik düşünce sistemi öne çıkıyor. Oysa biat kültürü, bilimselliği dışlayan daha çok dinsel, geleneksel eğitime ağırlık veren bir ortam yaratıyor. Öyle olunca da buluş yapmak, teknolojiye katkıda bulunmak pek mümkün olamıyor.

Osmanlı, paradigma değişimini algılayamadı. Rönesans ve reformun getirdiği aydınlanmaya giremediği ve biat kültüründen çıkamadığı, eğitimi bu paradigma değişimine göre örgütleyemediği için sanayi devrimine de giremedi. Batıda her gün yeni şeyler icat edilip teknolojide dev adımlar atılırken Osmanlı, medrese eğitimini reforme edemedi. Buna karşılık görünürde değişikliklere yol açan bir takım hukuksal düzenlemeler yapmaya çalıştı. Altyapısı olmayan bu düzenlemeler, topluma pek bir şey katamadı. Asıl olarak eğitimi, aydınlanma çağının gereklerine göre düzenleyemedi. Ve doğal olarak batı daha ileri gittiği için onlara göre daha da geri kaldı.

Medrese eğitiminde bilimsel derslerin sayıca azaltılıp din derslerinin ağırlığının arttığı dönem Osmanlı’nın bir dünya imparatorluğu haline geldiği, gücünün doruğunda olduğunun kabul edildiği Kanuni Sultan Süleyman devridir. Bu geriye atılan adımlar, Kanuni’nin, gücünün doruğuna çıkmış olan imparatorluğunu artık yıkılmaz olarak görmesinin sonucudur. Kapitülasyonların da aynı dönemde çoğalarak yaygınlaşması bu güç sarhoşluğunun bir başka yansımasıdır.

Türkiye’yi biat kültüründen çıkaracak olan adımlar Cumhuriyetle birlikte atıldı. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” (hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir) sözü bu değişimin en temel göstergesidir. Türkiye’nin her yanında köylüyü eğitmek için köy enstitüleri kuruldu. Tevhid-i tedrisat kanunu (eğitimde birlik yasası) çıkarılarak eğitimin temeli, dinsel, geleneksel esaslardan bilimsel esaslara dayandırıldı. Dini yasaların yerine çağdaş hukukun gerektirdiği yasalar çıkarıldı. Toplumun düşünce gücünü yarı yarıya düşüren kadının evde oturması yaklaşımı yerine kadının da eğitimden geçirilerek yaşama katılması teşvik edildi. Üniversiteler açıldı. Çok sayıda öğrenci yurt dışına eğitime gönderildi. Bunun sonuçları hemen alındı. Yurda dönen bu genç insanlar arasından çok sayıda besteci, sanatçı, bilim adamı çıktı. Türkiye, uzun bir aradan sonra ve çok geç kalmış olarak paradigma değişimine ayak uydurma yolunda adımlar attı. Bu adımlar, aslında bugün tartışıp durduğumuz yapısal reformların ta kendisiydi: Şeriat yasalarının çağdaş yasalarla değiştirilmesi, kadın erkek eşitliği, kadının sosyal yaşama ve çalışma yaşamına girmesi, eğitimde dinsel, geleneksel eğitimin yerini bilimsel eğitimin alması, ekonomide devletin önderliğinde sanayileşme için atılan adımlar vd hep bu yapısal dönüşümün halkalarıydı.

Ne yazık ki Türkiye bu yolu sonuna kadar devam ettiremedi. Geriye dönüş özlemlerinin her zaman çok güçlü olduğu bu coğrafyada Türkiye’de de durum farklı olmadı. Önce köy enstitüleri kapatıldı, sonra imam hatip liseleri çoğaldı, derken derslerin yapısı ve kapsamı değiştirildi. Sonunda bilim liseleri kuracağımıza yeniden Osmanlı’nın yaptığı hataya dönüp dinsel, geleneksel temelli okullar kurduk. Diğer liselerde de din eğitiminin ağırlığını artırdık. Türkiye, kısa bir süre içine girdiği bilime dönük eğitimden uzaklaşıp yeniden biat kültürüne ağırlık veren eğitim modeline döndü.

Arada farklı olarak değinilebilecek bir tek 1960 – 1971 dönemi var. 1960 darbesi sonrasında kabul edilen 1961 Anayasası inanılmayacak kadar ilerici, aydınlanma çağının gereklerine uygun bir anayasaydı. Neredeyse Atatürk’ün attığı adımları yeniden alıp tamamlamaya yönelik bir ortama olanak sağlamıştı o değişim. Ne var ki 1961 Anayasasının getirdiği özgürlükleri anlayabilecek kadar olgun bir yapı henüz oluşmamıştı Türkiye’de. Bu kez bu Anayasanın getirdiği özgürlük ortamı kötüye kullanılmaya başlandı. Toplum iki kampa bölündü ve birçok genç insan silaha sarıldı. Yöneticilerimiz de yeterli olgunluğa sahip değildi. Bizi barıştıracak yerde onlar da silaha sarıldı. Batı dünyası, 68 kuşağının başkaldırısını anlayışla karşılayıp hoşgörüyle dengeler ve bu başkaldırıyı özgürlük, eşitlik ve barış yolunda bir itici güce çevirirken biz askeri darbelere başvurduk ve dolayısıyla paradigma değişiminin bir kez daha dışında kaldık.

Özetlemek gerekirse, bu topraklarda Osmanlı – İslam kültürünün biat sistemi iki kez çok ciddi bir meydan okumayla karşılaştı. İlki Atatürk devrimleriyle geldi ve II. Dünya Savaşı sonrasında geri plana düştü. İkincisi 1960 darbesi sonrasında askerlerin önderliğinde 1961 Anayasasıyla geldi ve yine askerlerin önderliğinde 1971 darbesiyle sona erdi. Her iki karşı devrim sonucunda Türkiye, yeniden biat kültürünün egemenliği altına girdi.

Bugün geldiğimiz noktada liselerimizin, üniversitelerimizin, tümüyle eğitim sistemimizin hali içler acısı. Soru soramayan, sorgulayamayan, büyüklerinin dediğini kayıtsız koşulsuz doğru kabul eden, önüne konulanları sadece ezberleyen, bırakın başkaldırmayı, itiraz bile edemeyen bir öğrenci çoğunluğu var. OECD’nin yaptırdığı PISA eğitim yeterliliği testinin sonuçları hangi noktada olduğumuzun açık ve acı bir göstergesi. Türk öğrenciler 65 ülkenin öğrencileri arasında matematikte 44, okuduğunu anlama ve anlatmada 42, fen bilgisinde 43’üncü sırada yer alıyorlar. Tahmin edeceğiniz gibi Uzakdoğu ülkelerinin öğrencileri en üst sıradalar. Dünyada son ikiyüz yıldır yaşanan gelişmeler, soru sormayan, sorgulayamayan, analitik düşünemeyen insanların buluş yapamayacağını, teknolojiye katkıda bulunamayacağını göstermiş bulunuyor. Bunun son örneğini Uzakdoğu ülkeleri veriyor. Son 30 – 40 yıldır Cumhuriyetin ilk döneminde yapıp sonradan terk ettiğimiz yöntemi kullanarak yani insanları soru soran, sorgulayan, analitik düşünebilen insanlar olarak yetiştirerek sanayileşmiş ülkelerin arasına girmeyi başardılar.

Biat kültürü, lidere kayıtsız, koşulsuz bağlı insanlar yetiştirir. Bu insanlar sorgulayamaz, başkaldıramaz, itiraz edemez. Bu insanlar sorgulayanları, itiraz edenleri başkaldıranları da asla hoş karşılamaz. Hatta sorgulayanları, itiraz edenleri, başkaldıranları liderden önce onlar cezalandırmaya girişir. Sorgulayamayan, başkaldıramayan, itiraz edemeyen insanlar buluş yapamazlar. Dünyanın en iyi okullarında, en iyi hocalarla okusalar bile buluş yapacak, teknoloji geliştirecek, teoriye katkıda bulunacak adımlar atamazlar. Çünkü önceliklerinde hep bağlı oldukları lider ve onun düşünce sistemine biat vardır. Bu önceliğe aykırı düşünceleri geliştiremezler ve dolaysıyla mevcudu devam ettirir, yeni bir şeyleri çıkaramazlar.

Türkiye, biat kültürüne dayalı bu sistem çerçevesinde refah artışı yaşar gibi olduğu bütün dönemlerde yeni bir buluş yaparak ya da teknolojiyi geliştirerek değil, önceki dönemin birikimini ya da geleceğin gelirini harcayarak refah artışı sağlamıştır. Bunun ilk örneği Menderes dönemidir. Menderes, II. Dünya Savaşında yemeyip, içmeyip biriktiren toplumun birikimini harcayarak tarımda büyük atılım yapılmasının ve ekonominin büyümesinin önünü açmıştır. Mevcut birikimin harcanması bitince gelişme de durmuştur. İkinci örnek Özal dönemidir. Özal, iktidara gelir gelmez altyapı yatırımlarını artırmaya girişmiş ve bunun için yetersiz olan kamu gelirleri sorununu, kamu kesimi harcamalarını ve dolayısıyla kamu borçlanmasını artırarak çözmüştür. Çözüm geçici olduğu için gelişme de geçici olmuş, kamu kesimi daha fazla borçlandırılamaz hale gelince ekonomi sıkıntıya girmiş ve 2000’lerin başında çökmüştür. Son örnek Erdoğan dönemidir. Erdoğan, iktidara geldikten sonra yoğun bir özelleştirme hamlesi başlatmış, bütün bir Cumhuriyet döneminde kurulan kamu işletmelerini özel kesime ve yabancı yatırımcılara satarak, devrederek gelir elde etmiş ve bunları yatırımlara yöneltmiştir. Bu dönemde özel kesim şirketleri ve hane halkları hızla borçlandırılmış, geçmişte kamu kesimine yüklenmiş olan ‘borçlanmaya dayalı harcamayı artırarak büyüme modeli’ bu kez ‘özel kurum ve kişilerin borçlanarak harcama yapması ve ekonomiyi büyütmesi modeline’ dönüştürülmüştür. İlk 5 – 6 yıl refah artışı yaratmış gibi görünen bu modelde özel kesimin ve hane halklarının borçlanma sınırına gelip dayanmasıyla sağlanan gelişmenin hızı kesilmiş, Türkiye öteden beri hep içinde bocaladığı orta gelir tuzağından çıkmayı başaramamıştır.

Bu üç örnek bize borçlanmaya, özelleştirmeye, geleceğin gelirini bugünden harcamaya yönelik hamlelerin geçici refah artışı sağlayabildiğini ve bu artışı kalıcı hale getiremediğini gösteriyor. Bir ülkenin kalıcı refah artışı sağlayabilmesinin yolu o ülkenin yükte hafif pahada ağır teknolojik mallar satmasından bunun yolu da o ülke insanlarının teknolojiye katkı yapacak buluşlar geliştirmesinden geçiyor. Bunu yapabilmenin ise tek bir yolu var: Bilime dayalı, ama yalnızca bilime dayalı eğitim.

Türkiye’nin yapması gereken birincil yapısal reform eğitim reformudur. Ortaokul ve liselerde köklü değişiklikler yapılması ve okullarda yalnızca bilim derslerinin okutulması, soru sorulmasının özendirilmesi, analitik düşünce tarzının geliştirilmesine yönelik bir eğitim sistemine geçilmesi birinci koşuldur. Hiç kuşkusuz bunu yapabilmek için öncelikle öğretmenleri eğitecek kurslar açılması, öğretmen okullarında derslerin bu biçime dönüştürülmesi gereklidir. Biat kültüründen kurtuluşun tek yolu budur. Biat eden değil, başkaldıran, bizim dediğimize itaat eden değil bizim dediğimizi sorgulayan kuşaklar yetiştiremediğimiz sürece bu kısır döngüden çıkamaz, ortadoğunun sorgulayamayan, anlayamayan ve dolayısıyla teknoloji üretemeyen toplumları gibi olmaktan kurtulamayız.

Bu alanda Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekiyor. ABD’ye, Avrupa ülkelerine, Kore’ye, Japonya’ya bilim heyetleri yollayarak eğitimin oralarda nasıl yapıldığını, hangi derslerin okutulduğunu, hangi yöntemlerin kullanıldığını, dinsel, geleneksel eğitime yer verilip verilmediğini, veriliyorsa hangi bağlamda verildiğini incelememiz ve o sonuçlara göre ders programlarını belirlememiz gerekiyor.

Türkiye bu adımı atmadığı, biat kültürüyle insan yetiştirmeye devam ettiği sürece, Menderes’in, Özal’ın ve Erdoğan’ın yaptığı gibi organizasyon değişiklikleriyle ya geçmişin birikimini harcayarak ya da geleceğin gelirini kullanarak bir süre refah artışını yakalıyor gibi görünebilir ama bu durum sürdürülemez. Bu tür temelsiz sıçramalar ülkeyi buluş yapan, marka yaratan, teknoloji üreten bir ekonomi durumuna getiremez. Bu duruma gelemeyen bir ekonomi ise birinci sınıf bir ekonomi konumuna ulaşamaz.

Bilim dışı eğitimle yetişen insanların arasından buluş yapan, teknoloji geliştiren insanlar, dünya çapında yazarlar, sanatçılar, müzisyenler, edebiyatçılar istisnai olarak çıkar, onları da bu sistem harcar. Sistemin harcadığı kişilerle ilgili yüzlerce örnek verilebilir. 4 tanesini sayalım. Osmanlı, Takiyüddin er Raşit’in kurduğu gözlemevini ‘meleklerin bacaklarını gözetliyor’ dedikodusuna inanarak bir gecede yıktırmıştır. Kendi yaptığı balmumu kanatlarla Galata Kulesinden Üsküdara uçan Hezarfen Ahmet Çelebi’yi ‘tehlikeli’ bularak sürgüne yollamıştır. Türkiye, dünya çapındaki şairi Nazım Hikmet’i ‘komünist olduğu için’ hapislerde süründürmüştür. Yetiştirdiği sayılı klasik batı müziği bestecilerinden Fazıl Say’ı, ‘Ömer Hayyam’a ait olduğu sanılan bir rubaiyi sanal ortamda yazdığı için’ hapisle cezalandırmıştır. Bu saydıklarımın hepsi komik, komik olduğu kadar da trajik gerçekler. Hepsi de biat kültürünün ürünü.

Biat kültüründen çıkamadığımız, başkaldıran, sorgulayan, araştıran, bulan, eleştiren kuşaklar yetiştiremediğimiz sürece ara sıra geçici refah artışları yaşayabiliriz ama gelişmiş bir toplum konumuna gelemeyiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir