Dünya, uzun zamandır bu denli sert, bu denli kontrolsüz ve bu denli çok cepheli bir jeopolitik gerilim iklimi yaşamamıştı. Başkan Trump’ın Venezuela’yı işgal seçeneğini masada tuttuğu, Başkan Putin’in Ukrayna Savaşı’nı sürdürmeye meyilli olduğu, Başkan Şi’in ise Tayvan’ı ‘tarihin tamamlanmamış dosyası’ olarak tanımladığı bir tablonun içindeyiz. Yetmezmiş gibi, AB liderlerinin Ukrayna’yı savaşa devam etmeye zorladığı, Birleşik Krallık Genelkurmay Başkanı’nın toplumu savaşa hazır olmaya çağırdığı, Almanya Şansölyesi Merz’in zorunlu askerlikten söz ettiği bir dönemdeyiz. Orta Doğu’da ise katil Netanyahu hükümeti, Gazze’de ateşkesi her an bozabilecek, Lübnan’ı, Suriye’yi ve İran’ı kapsayacak yeni kriz alanları arayışı peşinde.
Böylesi bir tabloda, küresel siyasette iki farklı liderlik tarzı net biçimde ayrışıyor: Savaşı derinleştiren, krizi araçsallaştıran liderlik ile, barışı zorlayan, istikrarı inşa etmeyi hedefleyen liderlik. İşte tam bu noktada, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yürüttüğü çok yönlü ve çok katmanlı dış politika; klasik güç projeksiyonunun ötesinde, güçlü, kararlı ve vizyoner bir liderlik anlayışıyla şekillenen bir barış ve istikrar diplomasisi olarak öne çıkıyor.
Cumhurbaşkanımız, Balkanlar’da istikrarın korunmasını sadece bölgesel bir tercih değil, Türkiye’nin ulusal güvenliği ve Avrupa’nın geleceği açısından stratejik bir zorunluluk olarak görüyor. Azerbaycan ile Ermenistan’ı kalıcı bir barış anlaşması etrafında bir araya getirme iradesi, Kafkasya’da on yıllardır kapalı kalan tarihsel bir kilidi açma cesaretini yansıtıyor. Bu süreç, Cumhurbaşkanımız Erdoğan tarafından net hedefler, sabırlı diplomasi ve siyasi kararlılıkla yürütülüyor. Gazze’ye aralıksız sahip çıkılırken, Suriye’nin üniter yapısının korunması savunulurken, Irak ile birlikte Kalkınma Yolu Projesi’nin ilerletilmesi; savaş, bölünme ve vekalet çatışmaları yerine ekonomik entegrasyon ve ortak refah üzerinden bir bölgesel gelecek tasavvurunun somut göstergesi niteliğinde.
Yazının devamı için TIKLAYINIZ!