Türkiye ekonomisi uzunca bir süredir devam eden dezenflasyon programına rağmen OECD’nin en fazla büyüme kaydeden ülkelerinden biri oldu. 2024 yılında yüzde 3,2 düzeyinde kaydedilen büyümenin sacayaklarından biri de büyümeye yüzde 1,1 pozitif katkısıyla ihracattır.
Son yıllarda üst üste rekor kıran ihracat rakamları, dış talep koşullarında bir süredir izlenen durgunluk ve belirsizliğe rağmen önemli bir üretim ve rekabet başarısı olarak değerlendirilebilir. Üstelik enflasyonla mücadele etmek için yürütülen politikaların sonucunda artan Türk Lirası talebi, milli paramızı enflasyonun da üzerine çıkartarak, ucuz TL ile ticaret ezberini de bozmuş haldeyken…
Diğer taraftan küresel talep koşullarında yaşanan teknoloji ve politika temelli belirsizlik, gerek dış yatırım gerekse de dış ticaret pazarlarını tehdit etmeye devam ediyor. İşte tam da bu nedenle geçtiğimiz yılın son çeyreğinde iç yatırım artışına paralel bir ithalat gerçekleşirken, ihracat alışık olduğumuz ivmesinden düşüş kaydetti.
Son çeyrekteki bu görünüm ekonomi yönetimini de harekete geçirerek, ihracat ve nitelikli üretimi destekleyen bir dizi düzenlemeyi de beraberinde getirdi:
- Bunlardan ilki ihracatçının döviz bozdurma zorunluluğunun yüzde 30’dan yüzde 25’e düşürülmesi idi. Nisan 2022’de ihracatçıya yönelik, getirilen dövizin yüzde 40’ını bozdurması zorunluluğu ilk defa Haziran 2024’te yüzde 30’a düşürülmüştü. Öyle anlaşılıyor ki daha önce enflasyonla mücadele kapsamında dolarizasyonun düşürülmesini amaçlayan bu gereklilik, mevcut ekonomik programın dedolarizasyon sürecinde başarı sağlamasıyla kademeli olarak gevşetilmektedir.
- İkinci adım olarak hem nitelikli üretim hem de ihracatçıyı destekleme bağlamında önemli bir düzenleme görüyoruz: AA’nın haberine göre, hazine destekli kefalet sistemi kapsamında yeni destek paketleri yürürlüğe konulacak ve ihracatçılar ile döviz hassasiyeti bulunan firmalar, oluşturulacak yaklaşık 50 milyar liralık kredi hacmiyle desteklenecek. Paketin toplam kefalet limitinin ise 41 milyar lirayı bulacağı ifade ediliyor.
İhracatçımızın en önemli serzenişlerinden biri de finansmana erişim noktasındaydı. Türk lirası krediye erişim yüksek faiz politikası nedeniyle maliyetli olduğundan; hammadde ithalatına yönelik finansman ihtiyacının bir kısmını düşen CDS primiyle beraber avantajlı hale gelen döviz kredilerinden karşıladı ihracatçılarımız. Bu nedenle 21 Şubat haftası itibariyle döviz kredilerinin toplam kredilerdeki payı yüzde 40’a yaklaşmıştı. Bu ise, ileride oluşabilecek bir kur riskine karşılık enerji birikmesi anlamına geliyordu.
Bu görünüme bir tedbir olarak, döviz kredilerine yönelik bir sıkılaşma adımı geldi. Aylık yabancı para büyüme sınırı yüzde birden yarıma düşürüldü. Tüm bunlarla ilgili doğru bir okuma yaptığımızda; ihracat ve nitelikli üretime yönelik finansmanın yabancı kaynaklardan ziyade devletin sübvanse ettiği veya gevşettiği iç kaynaklardan karşılanması arzu ediliyor.
Bu ve benzeri kararların kurun enflasyona geçişkenliğinin halen yüksek olduğu bir dezenflasyon sürecinde alınmış olmasını ise, son derece ince ayarlı (fine tuning) bir politika olarak gördüğümü söylemeliyim.
İhracata yönelik içeriden gelen destekler ve ince ayar siyaset bu şekildeyken; dış talep koşullarına yönelik yeni bir endişe kaynağı olarak ABD Başkanı Trump’ın AB’ye ekstra tarife koymasına yönelik söylemlerini dikkatle takip etmek gerekir. Bu konuda özellikle Türkiye’nin Gümrük Birliği üyesi olması ve en önemli pazarını da Avrupa’nın oluşturması tehlike olarak gözükse de; Gümrük Birliği açısından ABD’nin AB’ye yönelik doğrudan uygulayacağı ekstra bir tarifenin üçüncü taraf olmamız nedeniyle bize yansımayacağı görüşü de genel konsensüstür. Ancak öyle olsa bile bu defa AB’nin ABD’ye yönelik misillemesi ve korumacı adımlarının dolaylı olarak pazarı etkilemesi nedeniyle başka bir yansıması olabileceğini gözden kaçırmamak gerekir. Dolayısıyla her halükarda yıllardır dile getirildiği üzere -rafa kaldırılan- Gümrük Birliği güncellemesinin tekrar gündeme alınmasını sağlamak önemli gözükmektedir.
Bu haftayı içeride siyasi kırılmanın (terör örgütü PKK’nın kendini feshedip silah bırakması) yanı sıra ekonomik açıdan enflasyon ve TCMB PPK kararı; dışarıda ise Trump-Zelenski görüşmesinin diplomaside yarattığı yankılar ve yine Trump’ın ekstra tarife tehditlerinin piyasalara etkileriyle geçireceğiz. Ancak gündemin yoğunluğu ne olursa olsun, bizi asıl ileriye taşıyacak meseleleri gölgede bırakmamalıyız. Üretim ve ihracat, sadece ekonomik büyümenin değil, sürdürülebilir kalkınmanın ve rekabetçi bir geleceğin de temel taşlarıdır. Türkiye’nin, küresel belirsizliklere rağmen rekabet üstünlüğünü koruyarak üretimde kendine yeten bir ülke olması, günü kurtarmaktan öte, yarını inşa etme meselesidir. Bu yüzden, değişen dünya dengeleri içinde, sanayi ve ihracat odaklı politikaları kararlılıkla sürdürmek asla ikinci plana atılmaması gereken bir zorunluluktur.