Türkiye ekonomisini izlerken son dönemde şunu daha net görüyorum: Göstergelerdeki iyileşme, sahadaki davranışlara henüz aynı ölçüde yansımıyor. Enflasyon geriliyor, finansal koşullar dengeleniyor, belirsizlik azalıyor. Ama buna rağmen fiyat etiketleri sık değişmeye, sözleşmeler kısa vadeli yapılmaya, karar alma süreçlerinde de temkinli hava devam ediyor. Bu tablo bana haliyle, ekonomide sorunun artık teknik olmaktan çıkıp davranışsal bir nitelik kazandığını düşündürüyor.
Ekonomide en zor olan, problemi tespit etmek ve buna uygun doğru politika araçlarını devreye almak gibi görünse de; asıl en zor aşama, yüksek enflasyon döneminde oluşmuş alışkanlıkları ve beklentileri dönüştürebilmektir.
Uzun süre yüksek enflasyonla yaşayan ekonomilerde fiyatlama davranışları da hızla kalıplaşır. Zam yapmak olağanlaşır, maliyet artışı beklenmeden fiyatlar güncellenir. Bu davranış seti, enflasyon da düşüş sürecine girildiğinde bile bir süre varlığını korur.
Bu nedenle enflasyonla mücadelede elde edilen teknik kazanımlar ile reel sektör davranışları arasında zaman farkı oluşması doğaldır. Dolayısıyla maliyet baskısı azalsa bile fiyatlama reflekslerinin hemen gevşememesi, çoğu zaman politikaların etkisizliğiyle değil, alışkanlıkların direnç süresiyle ilgilidir.
Alışkanlıkların direnci nereden geliyor?
Bu direncin kaynağı yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojiktir. Çünkü enflasyon, zamanla yalnızca bir oran olmaktan çıkar; beklenti ve davranış üreten bir mekanizmaya dönüşür. Ekonomik aktörler, geleceğe ilişkin belirsizliğin yüksek olduğu dönemlerde bugünü daha pahalıya da olsa güvence altına almak isterler.
Ve bu durum, beklenti kanalı üzerinden enflasyonun kendi kendini besleyen bir yapıya bürünmesine neden olur. Dolayısıyla enflasyonla mücadelenin en zorlu cephesi, “yarın daha pahalı olacak” algısını kırabilmektir.
Beklentilerle mücadele teknik olduğu kadar iletişimseldir
Para ve maliye politikalarıyla finansal koşulları sıkılaştırmak mümkündür. Ancak beklentileri kalıcı biçimde yönetebilmek, tutarlılık ve süreklilik gerektirir. Çünkü ekonomik aktörler, alınan kararların geçici mi yoksa kalıcı mı olduğunu dikkatlice izlerler.
Bu nedenle enflasyonla mücadele yalnızca politika faizi, likidite koşulları ya da düzenlemelerle sınırlı olmamalıdır. Bu mücadele aynı zamanda öngörülebilirlik, politika sürekliliği ve iletişim kalitesiyle de desteklenmelidir.
Alışkanlıkların değişimi, kısa vadede hemen sonuç vermez. Ancak bu değişim uzun vadede en kalıcı kazanımları sağlar. Yıllar içinde oluşmuş fiyatlama reflekslerinin birkaç ayda ortadan kalkmasını beklemek elbette gerçekçi değildir. Ancak tutarlı sinyaller, uygun teşvik yapıları ve istikrarlı bir politika uygulamasıyla bu dönüşüm kademeli olarak sağlanabilecektir.
Bu noktada kritik olan ise, ekonomik aktörlerin yeni dengeye uyum sağlayabileceği bir güven ortamının oluşturulmasıdır. Çünkü davranışlar, bu güvenin derecesine göre şekillenecektir.
Sonuç olarak bugün ekonomik normalleşmeyi değerlendirirken yalnızca açıklanan göstergelere değil, bu göstergelerin fiyatlama davranışlarına ve karar alma süreçlerine ne ölçüde yansıdığına bakmak gerekiyor. Çünkü kalıcı iyileşme, istatistiksel eğilimlerden ziyade, beklentilerin ve davranışların uyumlanmasına bağlı olarak gerçekleşebiliyor.
Ve bu süreç yalnızca politika yapıcıların değil, ekonomik aktörlerin tamamının katılımını gerektiriyor. Zira alışkanlıklar kolektif biçimde oluşur. Aynı şekilde, uygun çerçeve sağlandığında kolektif biçimde de çözülebilir. Zaman alır, sabır ister; ancak sağlandığında, ekonomideki normalleşme çok daha düşük maliyetli ve kalıcı olur.