Benliğini Kaybeden Toplumların Geleceği Olmaz

Yıllar boyunca “ötekileştirilen” bir coğrafyada yaşayan biri olarak, zaman zaman Batı’nın medeniyet tanımına hangi ölçütlerle ulaştığını sorgulamak kaçınılmaz oluyor. Bugün Gazze’de yaşananlar, yakın geçmişte Irak’ta, Afganistan’da ya da Bosna’da tanıklık ettiğimiz acılar; savunma ve şiddet kavramlarının kime göre, neye göre şekillendiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Modernitenin çifte standartlı adalet anlayışı; Gazze’de, yakın geçmişte Irak’ta, Afganistan’da ya da dünyanın farklı coğrafyalarında sivillerin Batı destekli operasyonlarla hedef alınmasını çoğu zaman “meşru savunma” başlığı altında sunarken; Filistin topraklarında, Karabağ’da ya da Bosna Hersek’te halkların kendi vatanlarını savunma iradesini çoğu zaman geri kalmışlıkla, hatta zaman zaman “vahşetle” eşdeğer tutabiliyor. Bu durum, bizlere şu soruyu sorma hakkı doğuruyor: Hangi medeniyet anlayışıyla, hangi evrensel hukuk normlarıyla?

Batı’nın modern sömürgecilik stratejileri artık yalnızca askeri veya ekonomik boyutlarla sınırlı değil. Günümüzde bu strateji; medya, popüler kültür ve sanat gibi araçlarla zihinsel alana sirayet eden daha sofistike bir güce dönüşmüş durumda. Ben buna “bilinç gaspı” diyorum. Çünkü bu süreç, Batılı olmayan toplumların bireylerini önce kendi tarihinden ve kültürel değerlerinden, sonrasında ise kendi benliğinden ve toplumsal aidiyetinden uzaklaştırmayı hedefliyor. “Özgürlük” kisvesi altında servis edilen bu kültürel yönlendirme, bireyin kendine yabancılaşmasına ve öz değerlerine karşı güvensizlik geliştirmesine neden oluyor. Sonuç ise kimlik bilincinden yoksun, köksüz ve kırılgan bireyler…  

Bu bağlamda özgürlük; bireyin kendi geçmişiyle, toplumsal belleğiyle ve kültürel bağlamıyla kurduğu dengeli ilişkiyi koruyabildiği oranda anlam kazanır. Aksi halde, özgürlük iddiası; bir toplumun dönüşüm değil çözülme sürecine zemin hazırlayabilir.

İşte bu ideolojik dönüşümün en görünür yansımalarından biri de toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında karşımıza çıkıyor. Bu kavram, ilk bakışta eşitlik ve özgürlük çağrışımı yapsa da uygulama pratiğinde, toplumların kadim yapısına ve kültürel dokusuna müdahale eden, hatta çoğu zaman onları dönüştürmeyi hedefleyen bir formatta sunuluyor. Oysa eşitlik, aynılaşmak değildir. Hak temelli mücadele, bireysel kimliği ortadan kaldırmak yerine, onu anlamaya yönelik olmalıdır.

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın yaşadığı bir olay, beni bu konuda düşünmeye sevk etti. Okul çağındaki oğluna yönelik davranışları nedeniyle bazı velilerden eleştiriler aldığını söyledi. Nedenini sorduğumda, oğluna izlettirdiği çizgi filmlerde kız ve erkek karakterlerin yer almasının “cinsiyetçi bir yönlendirme” olduğunu ileri sürdüklerini söyledi. Hatta bu karakterlerin varlığı, ileride çocuğun farklı bir yönelimi seçme hakkına müdahale olarak görülüyormuş. Bu olay, bana sadece bireysel bir tepki gibi değil; daha derin bir kültürel yönlendirme ve kopuşun işareti gibi geldi. Toplumumuzun kimi kesimlerine “özgürlük” adı altında, kendi değerleriyle çelişen fikirlerin empoze edilmeye çalışıldığını gösteren çarpıcı bir örnekti bu.

Oysa özgürlük, kendine yabancılaşmak değil, kendiyle barış içinde olabilmektir. Kadın-erkek ilişkilerinde de mesele birbirine dönüşmek değil, adil ve dengeli koşullarda birlikte var olabilmektir. İki farklı cinsiyetten çocuğu olan bir anne olarak, eşimle birlikte çocuklarımızın birbirlerinin hakkına saygı gösteren bireyler olarak yetişmelerine özen gösteriyoruz. Bu yaklaşım, herhangi bir ideolojik dayatmadan değil; sağduyudan, vicdandan ve toplumsal sorumluluk duygusundan besleniyor.

Bu noktada geçtiğimiz hafta Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” konusu ile ilgili yaptığı önemli bir açıklama dikkatimi çekmişti. Ben de bunun üzerine 240 sayfalık 12. Kalkınma Planı’nı dikkatle inceledim. Toplumsal cinsiyet eşitliği ifadesine hiç yer verilmediği gibi, raporda “aile” kavramının tam 109 kez geçtiğini gördüm. Üstelik 100. Madde’deki ifadeler yaşanılanların özeti gibiydi:

“Dünya genelinde tektipleştirme ve cinsiyetsizleştirme akımları medya platformları ve sivil toplum kuruluşlarını kullanarak bireysel özgürlükler adı altında dayatmacı bir anlayışla aile kurumu ve toplum değerleri üzerinde tehdit oluşturmakta, başta çocuklar ve gençler olmak üzere aile bireylerinin korunması ihtiyacı artmaktadır.”

Sonuç olarak bu yaklaşım, içinde yaşadığımız çağın yönelimlerini ve risklerini doğru okuyan bir vizyonu yansıtıyor. Zira binlerce yıllık tarihimiz, farklılıkları çatışma nedeni değil, denge unsuru olarak gören; ırkçılığa ve ötekileştirmeye karşı adaleti ve merhameti esas alan bir anlayış üzerine kurulmuştur.

Aile ise, bu kültürün taşıyıcısıdır. Bu sebeple, geleceğe ait en önemli sorumluluklarımızdan biri; çocuklarımıza kendiyle barışık olmayı, değerleriyle uyumlu bir birey olmayı öğretmek ve onları dış etkilere karşı köklü bir bilinçle donatmaktır.

Sözde medeniyet kisvesi altında yozlaşmış Batının tutsağı olmadan, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “Aile kurumu zayıflarsa millet zayıflar; aile güçlü olursa millet de güçlü olur.” cümlesini hatırlayarak, dünyayı tanıyarak ama benliğimizden uzaklaşmadan, istikametimizi kaybetmeden ilerlemeliyiz.

@ParaBorsaNet'i Twitter'da Takip Et!

ÖNEMLİ HABERLER VE GÜNCEL PİYASA YORUMLARINI KAÇIRMAMAK İÇİN BURAYA TIKLAYARAK HEMEN TWITTER'DA BİZİ TAKİP EDİN!