İsrail, Filistin’i işgal ettiğinden bu yana yalnızca Filistinlilere değil, içinde bulunduğu coğrafyadaki tüm ülkelere karşı da mütecaviz — hatta çoğu zaman sınırı aşan — insanlık dışı saldırılar düzenlemeye devam ediyor.
Geçtiğimiz ay İran’a düzenlediği saldırıyla 12 günlük bir savaşı başlatan İsrail, ABD ve İngiltere gibi ülkelerin açık desteğini almasına rağmen savunma gücü zayıfladığı için hedeflediği sonucu elde edememiş ve sonunda ateşkesi kabul etmek zorunda kalmıştır. Kazananı olmayan bu savaşı ve İsrail’in bölgedeki doymak bilmeyen hırsını rasyonel zeminde yorumlamak zaten mümkün değil; ancak bu tutumun ardındaki ideolojik motivasyonu görmek için tarihe bakmak elzem.
Ve bakıldığında görülecek ki; Netanyahu’nun, kendi halkını bile çileden çıkaran bu saldırgan tutumunun nedeni yalnızca hakkında açılan yolsuzluk davaları ya da Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından “sembolik” de olsa savaş suçlusu ilan edilmesi değildir. Bu tutumun ardında yatan ve on yıllardır Filistin halkına cehennemi yaşatan ideoloji; açık bir intikam temasıdır. Bu da literatürde Begin Doktrini olarak geçmektedir.
Begin Doktrini, adını 1977-1983 yılları arasında İsrail Başbakanı olan Menachem Begin’den alır. Ve bu doktrin, İsrail’in düşman ülkelerin nükleer silah geliştirmesini önlemek amacıyla “önleyici saldırı” yapma hakkını kendisinde görmesini temel alır. Dolayısıyla bu anlayışa göre; “Eğer düşman bir devlet nükleer kapasite kazanmak üzereyse, İsrail beklemeyecek; önleyici bir askeri saldırıyla bu tehdidi ortadan kaldıracaktır.”
Bu yaklaşım uluslararası hukuku açıkça hiçe sayan ve çok tehlikeli sonuçlar doğuran bir anlayışın masumlaştırılmış versiyonudur. Bu doktrinin temelinde yatan şey de kolektif bir soykırım bilincidir.
Neden mi?
1981’de İsrail Başbakanı Menachem Begin, İsraillilere “dünyanın ne düşüneceğini veya ne söyleyeceğini merak etmek için asla durmamaları” çağrısında bulunmuştur. Bir grup Amerikan Yahudisine de “dünyanın savaşan Yahudi’yi sevmeyebileceğini, ama bunun hesaba katılması gerektiğini” söylemiştir.
İşte bu zihniyet, Netanyahu’nun ABD Başkanı Biden döneminde kongrede yaptığı konuşmada Filistin’deki soykırımı meşrulaştırmak adına İran’ı tüm kötülüklerin anası gibi göstermesinin arkasındaki ruh halidir. Ve geçtiğimiz ay, bu kez Trump’ın başkan olduğu ABD yönetimi ve de İngiltere’nin açık desteğiyle İran’a saldırmasının temelinde de aynı motivasyon yatmaktadır.
Üstelik bu yalnızca son örnekle de sınırlı değil:
- 1962’de Mısır’a karşı “Demokles Harekatı” adı altında düzenlenen gizli operasyon,
- 1970’lerde Irak’a yapılan müdahaleler,
- 1981’deki modern tarihte “önleyici askeri saldırı doktrini”nin en somut örneği olan Osirak Operasyonu
- 2007’de Suriye’ye yapılan hava saldırısı
- 2009’dan itibaren büyük ölçüde Mossad aracılığıyla kuşatılmış durumda olan İran’a yönelik yapılan son saldırı…
Bu eylemler, İsrail’in Almanya’daki Nazi geçmişine duyduğu derin kin aracılığıyla, Ortadoğu’da tüm bir İslam coğrafyasına yönelttiği yanlış ve haksız bir intikam politikasının ürünüdür.
Ve bugün Gazze’de elli binden fazla masumu, kadını ve çocuğu katleden İsrail; yardım kuyruklarında bekleyen insanların dahi yaşam hakkına göz dikmiş durumda. Üstelik bu zulümü, kendi kontrolündeki sözde insani yardım mekanizmaları eliyle yürütüyorlar.
Nasıl mı?
Geçtiğimiz haftalarda Financial Times’ta yayımlanan bir haberde, ABD destekli İsrail’in niyetlerine dair önemli ipuçları vardı. Detayda, Boston Consulting Group’un, Filistinlilerin Gazze’den “taşınmasının” maliyetini modellediği ve parçalanmış yerleşim alanları için bir yardım planı hazırlamak üzere milyonlarca dolarlık bir sözleşme yaptığı belirtiliyor. İşin ilginç yanı, aynı kurum, ABD ve İsrail destekli GHF adlı yardım fonunun da kurucularından. İşin ucu, İsrail ve CIA bağlantılarına kadar uzanıyor. Yani Gazze’de yardım kuyruğunda ölen çocukları düşünürken, nedenlerini –bu haber ayrıntıları ile- rahat kavrayabiliyorsunuz. Özellikle de bu haber İngiliz basınında yayımlanmışken…
Ve şimdi gelelim asıl meseleye: Soykırımın bedeline…
Böyle bir vahşetin maddi bir karşılığı elbet olamaz. Çünkü çoğunlukla toplum psikolojisi, kişi başına düşen gelirden daha yüksek bir bedel haline gelir. Tıpkı İsrail’in uluslararası arenada yaşadığı destek kaybı gibi…
Bunu yine Batılı araştırma kuruluşlarının verileriyle görelim:
- Pew Araştırma Merkezi’nin bu bahar 24 ülkede yaptığı ankete göre, İsrail ve Netanyahu hakkındaki küresel görüşler çoğunlukla olumsuz.
- İsraillilerin %58’i, ülkelerinin uluslararası arenada saygı görmediğini düşünüyor.
- Gallup’un son verilerine göre, Amerikalıların yalnızca %46’sı İsrail’e destek veriyor. Bu oran, son 25 yılın en düşük seviyesi.
- Ayrıca, Amerikalıların üçte biri artık Filistinlilerin yaşadığı zulme sempati duyduğunu (anladıklarını) söylüyor. -2003’te bu oran sadece %13’tü.-
Ve nihayetinde 2024’te İspanya, Norveç ve İrlanda Filistin devletini resmen tanıdı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron da aynı yönde adım atacağını açıkça belirtti.
Özetle: Allah büyüktür.
Bu kirli planların kokusu artık çok sevdikleri Batı medyasında bile yayılmaya başlamışsa,
7 Ekim’den bu yana yaşananlar, İsrail’in hem bölgedeki etkisini hem de Batı’da inşa ettiği “mağdur” imajını geri dönülmez biçimde zedelemiş demektir.
Ve artık, İsrail için o inşa edilen “mağdur” imaj yıkılmış; geriye sadece hakikatin sert yüzü ve onlar için derin bir yalnızlık kalmıştır.