Algı Ekonomisi ve Güvenin Yeniden İnşası

Türkiye ekonomisi, son aylarda hem içeride hem de dışarıda dikkatle izlenen bir patikada ilerliyor. Para politikasındaki sadeleşme, makro ihtiyati önlemlerdeki normalleşme ve fiyat istikrarına yönelik kararlılık, kredi derecelendirme kuruluşlarının da radarına girmiş durumda. Ki; geçtiğimiz hafta Moody’s, Türkiye’nin kredi notunu B3’ten Ba3’e yükseltti ve görünümünü “durağan” olarak belirledi. Bu gelişmenin hemen ardından Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), politika faizini %50’den %43’e çekerek yılın ilk faiz indirimi hamlesini de beklentiler düzeyinde yaptı diyebiliriz.

Piyasa bu iki gelişmeye de pozitif tepki verdi. BIST 100 endeksi haftalık bazda %2,9 değer kazanırken, 5 yıllık CDS primi 265 baz puana geriledi. Türkiye eurobondları ise, alıcılı seyrini sürdürdü.

Beklentilerin Şekillendirdiği Bir Ekonomi:

Günümüz finans dünyasında “veri kadar algı” da yön belirleyici hale gelmiş durumda. Beklentilerin iyileştiği bir ortamda, yatırımcı psikolojisi çoğu zaman gerçeğin önüne geçebiliyor. Bu bağlamda, kredi notu artışı ve faiz indirimi, hem yerli hem yabancı yatırımcı nezdinde Türkiye’ye dair algının olumluya dönmesini de sağlıyor.

Moody’s’in not artırım kararının gerekçeleri arasında “ekonomik dengelenme süreci, rezerv birikimi, dış finansmana erişimin artması ve politika yapıcıların öngörülebilirliği” ifadelerinin yer aldığını gördük. Dolayısıyla bu sadece teknik bir not artışı değil; aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik söylemlerinin karşılık bulduğu anlamına da geliyor.

TCMB’nin son faiz indirimi ise, dezenflasyonun yerleşmekte olduğunu ve iç talepte dengelenmenin başladığını vurguladı. Bunu enflasyon hedeflemesinden taviz vermeden yapılan bir manevra olarak da okumak mümkün. Piyasa da bunu “erken indirime dönüş” olarak değil, kademeli geçiş sürecinin işareti olarak algıladı.

Yurt içi yerleşiklerin döviz mevduatları tarafına baktığımızda, son 6 haftada yaklaşık 8,5 milyar dolar eridiğin, TCMB net rezervlerinin ise, +11,2 milyar dolara yükseldiğini görüyoruz. Bu veri seti, politika yapıcılara faiz indirimi için bir manevra alanı sunduğu gibi, yatırımcıya da “istikrar korunuyor” mesajı verdi.

Yatırımcı Güveni: Algının Gerçeğe Dönüştüğü Nokta

Ekonomide beklentiler, yalnızca bugünü değil, geleceği de şekillendirir. Türkiye’de yatırım kararları son yıllarda “belirsizlik” temelli erteleme davranışıyla yönetiliyordu. Oysa kredi notu artışları, yapısal adımların güçlendiği algısı ve kontrollü faiz indirimleri; yatırımcının geleceğe dair iyimserliğini artırıyor. Bu iyimserlik de üretim, istihdam ve yatırım kanallarında zincirleme bir etki yaratma potansiyeline sahip.

Örneğin, sanayi üretimi mayıs ayında aylık %3,1 ve yıllık %4,9 artış gösterdi. İmalat sanayindeki yüksek teknoloji grubu üretimi yıllık bazda %30’a yaklaşan artış göstererek dönüşüm sinyalleri verdi. Bu da beklentilerin yalnızca “psikolojik” değil, üretim kanallarında da karşılık bulduğunu ortaya koyuyor.

Gerçeklik Zemininden Uzaklaşmadan…

Ancak tüm bu olumlu sinyallerin yanında, reel sektörün içinde bulunduğu finansman sıkışıklığı da görmezden gelinmemeli. Politika faizinin %43’e düşürülmesi olumlu bir adım olarak kayda geçse de, halen piyasa faizlerinin %50’nin üzerinde seyretmekte olduğunu unutmamalıyız. Bu durum, krediye erişimi hem maliyetli hem de sınırlı hale getiriyor.

Birçok küçük ve orta ölçekli işletme, bırakın uygun oranlı finansmana erişmeyi, mevcut koşullarda bankalardan kredi temin etmekte dahi zorlanıyor. Nakit akışı kırılganlaşan şirketler için yüksek faiz oranları altında borçlanma kapasitesinin zayıflaması, önümüzdeki dönemde reel sektörde iflas riski taşıyan vakaların artmasına zemin hazırlayabilir.

Bu noktada uygulanacak olan yapıcı politikalar, finansmana erişimde sadece geçici rahatlama sağlamakla kalmamalı; kaynakların nereye aktarıldığı da dikkatle gözlemlenmelidir. Açıklanan yatırım teşvikleri ve üretime yönelik uzun vadeli kredi imkanları bu açıdan umut verici. Ancak bu tür desteklerin “herkes için eşit” değil, “yatırım yapan ve yapmaya devam eden” reel sektör oyuncularına yönlendirilmesi; kaynakların zombi şirketlerde değil, katma değer üreten alanlarda kullanılması esastır.

Sonuç olarak ekonomik güven, yalnızca faiz oranlarıyla ya da kredi notlarıyla değil; bu göstergelere verilen piyasa tepkileriyle de inşa edilir. Türkiye, son dönemde gerek söylem düzeyinde gerekse uygulama düzeyinde istikrar sinyalleri veriyor. Bu sinyallerin yatırımcı nezdinde karşılık bulması, makro ekonomik iyileşmenin sürdürülebilirliği açısından kritik.

Ancak algı ile gerçeğin uyumlu bir zeminde buluşabilmesi için finansal mimaride krediye erişim politikalarının da üretimi ve istihdamı önceleyecek şekilde yeniden yapılandırılması gerekir. Böylelikle pozitif beklentilerin somut sonuçlara evrilmesi ve ekonomide kalıcı iyileşmenin sağlanması mümkün olabilir.