‘Otoriterleşen’ kapitalizm ve ‘faşist’ neoliberalizm

1820’den itibaren küresel ‘ekonomi- politik’teki ağırlığını hızla arttırmaya başlayan Atlantik İttifakı’, mal ve hizmetleri ucuza üretmek, ardından tüm dünyaya istediği miktarda satabilmek adına ‘liberal’ görüşü yüceltmekte de; dünyanın bütününü ‘piyasa ekonomisi’ne ve ‘serbest ticaret’e ikna etmekte de zorlanmadı. Çünkü, nüfusunun önemli bir kısmını Katolik, Protestan ve Anglikan Hıristiyanların oluşturduğu Atlantik İttifakı, 1900’de dünya nüfusunun yüzde 30’unu; daha da önemlisi dünya milli gelirinin de yüzde 72’sinden fazlasını temsil etmekteydi.

2000’de, dünya nüfusunda Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki nüfus farkı, dünya nüfusundaki pay üzerinden 8 puan iken, 2050’de 1.5 puanın altına düşecek. Bu nedenle, başta Malezya, Endonezya, Türkiye olmak üzere, nüfusunun yüzde 65 ile 99’u Müslüman olan ve dünya ekonomisinde artık ‘yüksek teknoloji’ ve ‘yüksek katma değer’le ‘üretim üssü’ne dönüşmüş ekonomilerden başlayarak; yeraltı ve yerüstü kaynakları ihracatı ile de ‘zenginleşme’ sürecini sürdürmekte olan Müslüman ülkelerin dünya milli gelirindeki ağırlıkları hızla artmayı sürdürüyor.

Bu tabloya; nüfusunun yüzde 73,5’i Konfüçyizm ve Budizm’e inanan Çin ve nüfusunun yüzde 79’8’i Hinduizm’e inanan Hindistan ve yine nüfusunun yüzde 75’inden fazlası Budizm’e inanan veya kendini hiç bir dine bağlı hissetmeyen Güney Kore gibi ülkeleri eklediğinizde, ‘neoliberalizm’in merkezi olduğu iddiasındaki Atlantik İttifakı’nın dünya ekonomipolitiğindeki ağırlığını hızla kaybettiği bir sürecin içinden geçmekteyiz. Toplumsal eşitlik, insan hakları, fikir özgürlüğü, fırsat eşitliği ve serbest ticaret gibi değer ve kavramlarda kendini adeta ‘çekim merkezi’ ilan eden Atlantik İttifakı ülkeleri, bilhassa 2008 küresel finans krizi sonrasında, kendilerini tırmanışa geçen bir ‘otoriterleşen kapitalizm’ ve ‘faşist’ neolibebralizm sürecinin içinde buldular.

Yazının devamı için TIKLAYINIZ!